Bugün sakin ama tuhaf bir Cumartesi günüydü. Sabah NatGeo’da dünyanın dönüş hızı yavaşlamaya başlayıp, en sonunda durduğunda neler olacağı ile ilgili inanılmaz iç karartıcı bir belgesel vardı. Onu izleyip odama çekilince, yağmur ve kapalı havayla birleşen tüm bu şeyler beni inanılmaz hüzünlendirdi. Oysa âdetim değildi cumartesileri hüzünlenmek. Ama işte böyle başlamıştı gün…
Sonra öğlen saatlerinde elektrikler kesildi. İlk önce bazı geceler olduğu gibi, kısa bir kesinti yaşadığımızı zannettim. Ancak sonra twitter’dan gelen haberlerle, aslında büyük ve kapsamlı bir elektrik kesintisi olduğunu anladım. İçimi bir sıkıntı kapladı. Bilgisayarımın da, telefonumun da şarjı %60 civarlarındaydı. Evde ses olmaması sinirimi bozduğu için, bilgisayardan müzik dinlemeye devam ediyor, telefonumdan da internete bağlanıyordum. Ev soğumuştu. Tuhaf bir şekilde sabah o belgeseli izlemenin, beni bu duruma düşürdüğü ile ilgili çarpık bir hikâyeye kendimi inandırdım. Bundan sonra olabilecek felaketlere odaklandım.
Karın yağması beni ne kadar mutlu etse de, bir o kadar da hüzünlendirir aslında. Çünkü artık yanımda olmayan anneannemi hatırlatır bana. Kar yağdığı zaman sanki anneannem ile akran olurduk. Çok severdi karın yağışını izlemeyi. Tüm gün pencerenin önünde iyice karın yağmasını ve tutmasını beklerdik. O bana çocukluğunda kar yağdığında neler yaptığını anlatırdı, ben heyecanla dinler hiç bitmesin isterdim bu hikâyeler. Bazen susar karın yağışını seyrederdik birlikte ama o sanki çok uzakta, geride kalmış bir zamana bakardı, gözlerinin içi parlardı. Ben karın yağışına bir türlü konsantre olamaz, onun yüzünde sadece bu zamanlarda gördüğüm o değişik ifadenin büyüsüne kapılır, bir sevgiliyi izler gibi izlerdim onu. Kar tutunca aksesuarlarımızı alır dışarı çıkar ve neredeyse bir insan boyunda kardan adam yapardık. Eve girince hemen camın önüne koşar ona el sallardım. Günlerde bahçeden o bize bakar biz ona bakardık.